Çok uzun yıllar önceydi; onun Bir Dinozorun Anıları'nı okumuştum. Geçenlerde Ada Kitap’ta başka bir şeyler ararken karşıma çıktı; bir başka kitabını, Bir Dinozorun Gezileri’ni aldım.
Bu defa gençliğimdeki algılayışımdan farklı, -yaş almanın olgunluğu olmalı - derin bir içselleştirmeyle geziyorum satırların arasında. Edebiyat yapma kaygısından uzak, samimi bir dilin akışına, zamana, gündelik hayatın sıradanlığına bırakıyorum kendimi sessizce.
Tuhaf bir alışkanlık belki benimkisi; hep yaparım bunu: ilkin kitabın son sayfasını okurum.
“...Bu dinozor öyle bir yaşa geldi ki artık, bunca genç, bunca çocuk ölürken, daha fazla yaşamak biraz ayıp gelmeye başladı ona. İsteği, çevresine ve kendisine bir baş belası haline gelmeden, bu dünyadan göçüp gitmek. Kalanlara sonsuz sevgiler.”
Bu, son kitabının son sayfasındaki sonsözüydü Mina Urgan’ın. Temmuz 1999 tarihi düşülmüş altına. Kahvemi yudumlarken o yılki ‘ben’ geçiyor aklımdan. O tarihte kaç yaşında olduğumu düşünüyorum. Zaman işte... Bir nehir, akıyor akıyor...
Albüm bölümü, Urgan’ın 1916’da henüz bebekken annesinin kucağındaki fotoğrafıyla başlıyor. Çocukluğu, gençliği... Ve son fotoğrafında, 1999’daki yaşlı hâliyle bakıyor bana.
Hava kapalı, daha doğrusu, bir açıyor bir kapıyor. Yağmur bulutlarını arıyorum gökyüzünde. Kıyılarda sağanaklar varmış. Burada toprak susuz, kupkuru; toprak yağmura hasret. Ve ben - öyle özledim ki çocukluğumun güz yağmurlarını.
Bir cümle şöyleydi: “Farkında olmadan, sondan sonraki her günü sayıyorsunuz.” Urgan saymış mıydı? Kim bilir?